Yayınlanma: 8 Şubat 2023 13:42
Güncellenme: 22 Kasım 2024 11:39
Deprem Vergisi Nedir, Deprem Vergileri Nereye Gidiyor?
17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremleri sonrasında bariz bir sorun haline gelen bütçe açığı problemlerini çözmek noktasında çeşitli düzenlemeler yapıldı. 26 Kasım 1999 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4481 sayılı “17.8.1999 ve 12.11.1999 Tarihlerinde Marmara Bölgesi ve Civarında Meydana Gelen Depremin Yol Açtığı Ekonomik Kayıpları Gidermek Amacıyla Bazı Mükellefiyetler İhdası ve Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile yeni vergiler eklenerek çözüm arandı. Halka ek gelir, ek kurumlar, ek emlak, ek motorlu taşıtlar ve özel işlem vergisi gibi yeni vergiler getirildi. Bunlar içinde “elektronik haberleşme vergisi” olarak da bilinen özel iletişim vergisi halk arasında “deprem vergisi” adıyla bilinir hale geldi. Geçici bir süre getirilen özel iletişim vergisi 31.07.2004 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 5228 sayılı “Bazı Kanunlarda ve 178 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile 6102 sayılı Gider Vergileri Kanunu’nun 39’uncu maddesine eklenerek kalıcı hale geldi ve sürekli ödenen bir vergiye dönüştürüldü.
Özel iletişim vergisi ilk etapta bir yıllığına getirildi
fakat bugün itibarıyla 20 yıldır devamlı surette halktan tahsil ediliyor. En
yüksek tahsilat 4.990.373.000 TL ile 2016 yılında gerçekleştirilen bu vergi
gelirinin tamamı hazineye doğrudan gelir olarak girmektedir.
Bu vergi, cep telefonu ve sabit telefon faturaları, dijital ve kablolu TV
yayınları ve internet hizmeti faturalarından yüzde 7.5 oranında tahsil edilir.
Alınan bu hizmetler karşılığında hesaplanan faturalarla birlikte tahsil edilen
bu vergi, hizmeti sağlayan tarafından vergi dairesine ödenmektedir.
Herkesin bildiği gibi 01.01.2006 tarihinde uygulamaya geçen 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu devletin bütçesinin nasıl yapılması gerektiğini, hangi kurallar kapsamında hazırlanacağını, kamu kurum ve kuruluşlarının listesini, harcama esaslarını ve uygulamayı içeren oldukça önemli bir kanundur. 5018 sayılı kanun, uzun yıllar kullanılan 1050 sayılı Muhasebe-i Umumiye Kanunu’nun yerine yürürlüğüe konulmuştur.
5018 sayılın Kanun’un 13/g maddesinde “Belirli gelirlerin
belirli giderlere tahsis edilmemesi esastır.” İlkesi mevcuttur. Bu madde,
maliye yazınında “adem-i tahsis” ilkesi olarak da bilinir. Genel bütçeye
doğrudan gelir kaydedilen bu vergiler hazinenin havuzuna aktarılır ve yine bu
vergiler toplandığı yer ya da konusu önemli olmaksızın “bütçe Kanunu’nun izin
verdiği ölçüde her türlü kamu hizmeti için harcanabilmektedir. Yani İstanbul’da
yaşayanların tükettikleri sigaradan alınan KDV, Samsun-Ordu otoyolunun yapımı
için harcanabilmektedir. Bu vergi gelirinin, illa İstanbul’da yaşayan sigara
tüketicileri için harcanacağı demek değildir elbette. Adem-i tahsis ilkesi
özünde, verginin toplandığı yer ya da konusu için doğrudan harcanmaması
gerektiğini ortaya koyan kesin bir kuraldır.
Tam olarak bu noktada genel bütçeye gelir olarak giren ve depremin hasarını
onarmak amacıyla getirilen özel iletişim vergisinin de sadece deprem için
kullanılması 5018 sayılı Kanun’un 13/g maddesi uyarınca mümkün olmaktan
çıkmıştır. Bu durum genel bütçeye gelir kaydedilen diğer vergiler için de
geçerlidir. Hatta İslami basında; bir dönem alkol için ödenen vergilerin
hazineye girdiğini ve diğer “helal ürünlerden” alınan vergilerle karıştığını ve
bu vergilerle de dini yerlere (imamın maaşı gibi) harcama yapıldığı yönünde
haberler yayınlayarak bu ilkenin kaldırılması gerektiği yönünde sıklıkla baskı
yapılmıştı.
2011 yılında dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e Van depreminin ardından
“1999 depreminden sonra çıkarılan vergiler neticesinde yaklaşık 46 ila 48
milyar liralık gelir elde edildiği ve bu vergilerin nereye harcandığı” sorusu
yöneltilmişti. Şimşek, “toplanan vergilerin sağlık, eğitim, duble yollar gibi
74 milyonun ihtiyacını karşılamak için kullanıldığını, uluslararası vergi
uygulamalarında da tek bir harcama için vergi toplanması mantığının doğru
bulunmadığını” belirtmişti.
Deprem Vergisini Fon Sistemine Çevirmek Faydalı Olur Mu?
Devlet Bakanı Recep Önal'ın IMF'nin deprem yardımıyla memur maaşlarının ödendiğine dair açıklaması ile birlikte gündemdeki deprem fonuyla ilgili de soru işaretleri oluşmasına sebep oldu. Aslında bu konu herhangi bir yerden gelen paranın Hazine'ye alınıp, sonra çeşitli amaçlarla kullanılmasından daha önemli. Bazı fonlar bütçeye aktarılsa da bazılarının aktarılmaması daha faydalı.
Deprem tek başına ne hükümetlerin ne de sigorta şirketlerinin üstlenemeyeceği kadar büyük bir risk faktörü. Japonya gibi deprem ülkeleri bu sorunun çözümünü fonlarda bulmuşlar. Kobe depreminde konut hasarlarını öderken sigorta şirketlerinin payına teminat bedelinin yüzde 50'si düştü. Kalan kısmın yüzde 30'u deprem fonu üzerinden karşılandı. Yüzde 20 de poliçe sahibinin üzerine bırakıldı. Bir deprem ülkesi olan Türkiye'de de benzer arayışlar özellikle son zamanlarda söz konusu.
Hazine'nin deprem fonu teklifi ise ruhsatı ve iskanı olan her binadan istisnasız para alınmasına dayanıyor. Henüz sözü edilen teminat rakamı bina başına 25 bin dolara yakın. Bu miktar teminat için ödenmesi gereken prim 50 dolar olarak açıklandı. Bir çeşit zorunlu trafik sigortası gibi olması planlanıyor. Ancak para doğrudan fona akacak. Risk gerçekleştiğinde yani herhangi bir hasar meydana geldiğinde de hak sahipleri paralarını bu fondan sağlayacaklar.
25 bin dolarlık sabit miktar tabii ki pek çok binada meydana gelecek hasarı karşılamanın yanına bile yaklaşamayacaktır. Bu durumun mantığı ise fonun işin "mecburi" kısmını ifade etmesi durumu. Bunun üzerindeki teminat rakamları için dileyen yine sigorta şirketlerine başvuracak. Yapılan hesaplara göre 2020 yılında bu fonda yaklaşık 7.5 milyar dolar para birikecek. Tabii sistem işleyen bir sistem olarak kurulabilirse. Ancak Türkiye’de sistemin işlemesi de çözüm olmayabilir.
Örneğin, fonda bu kadar para birikti ve 2020 yılına kadar da kayda değer bir doğal afet meydana gelmedi. O zaman ne yapılacak?
Sigortacılar arasındaki yaygın görüş, "Türk Devleti bu parayı bırakmaz" fikri doğrultusunda. Halk Sigorta Genel Müdürü Erhan Dumanlı "mutlaka aklıevvelin biri çıkar ve yurtdışına borçlanacağımıza fonu kullanıverelim" diye parayı bütçeye aktarır," diye açıklıyor.
Geçmişte de bunun örnekleri yaşanmış. Eski İmar ve İskan bakanlarından Selahattin Babüroğlu, "Deprem ve Devlet" adlı kitabında bu konuya da değiniyor. 1971'deki Burdur - Bingöl depreminden sonra hükümet Tekel maddelerine zam yaparak elde edilecek fonun deprem hattındaki konutların yenilenmesine harcamaya karar vermiş. Ancak sonraki iktidarlar fonu genel bütçe içine almayı tercih etmişler. Babüroğlu, "bu yanlışın pahasının yüksek olduğu daha sonraki depremlerde görüldü," şeklinde açıklıyor.