Jürgen Klopp: Hayal Değil!
Jürgen Klopp: Hayal Değil! Kimi futbol tutkunları futbolu ölüm kalım savaşı haline getirirler. Emin olun ki, Jürgen Klopp bu insanlarla aynı görüşte değil.
Profesyonel sporcularla antrenörlerin hayat hikayelerini doğrudan kendilerinin anlattığı 'The Players Tribune'de yer alma sırası Jürgen Klopp'ta.
Liverpool'u çalıştıran 52 yaşındaki tecrübeli teknik adam Alman Jürgen Klopp, kariyerindeki realistliklerden esinlenerek futbolun hem kendisi hem de başkaları adına ne ifade ettiğini aktarıyor. Bunu gerçekleştirmek adına gerekli olan tek şey, beyaz bir sayfa.
"Biraz utanç verici bir hikayeyle başlamalıyım çünkü dış dünyanın futbolculara ve teknik direktörlere tanrıymış gibi bakmalarından korkuyorum. Bir Hristiyan olarak tek bir Tanrı’ya inanıyorum. Sizi temin ederim ki Tanrı’nın futbolla bir ilgisi yok. Gerçek şu ki hepimiz sık sık başarısız oluruz. Ve ben de genç bir teknik direktörken çok başarısız olmuştum.
Bu da o hikayelerden biri.
Öncelikle 2011’de dönmemiz lazım. Borussia Dortmund, Bayern Munih ile oynayacaktı. Büyük bir lig maçıydı. Münih’te yaklaşık 20 yıldır kazanamamıştık. Filmlerden çok ilham alan biriyimdir. Bu yüzden ne zaman oyuncularımı motive etmeye ihtiyaç duysam aklıma ilk olarak Rocky Balboa gelir. Bence Rocky 1, 2, 3, ve 4 filmlerini tüm okullarda izletmeliler. Tıpkı alfabeyi öğrenmek gibi bir şey olmalı. Eğer bu filmleri izledikten sonra içinizden dağa tırmanma hissi gelmiyorsa; o zaman sizin bir sorununuz var demektir.
Neyse, Bayern maçından önceki gece tüm oyuncuları takım konuşması için otelde topladım. Çocukların hepsi oturuyordu. Işıklar kapalıydı. Onlara durumun ciddiyetinden bahsettim: “Dortmund en son Münih’te kazandığında birçoğunuzun altında bez vardı.”
Sonra Rocky 4’ten bazı sahneleri ekrana yansıttım. Ivan Drago’nun olduğu bir sahne. Tam bir klasik bana göre.
Drago koşu bandında ve bilgisayara bağlı. Bilim adamları da onu test ediyor. Hatırladınız mı? Çocuklara, “Görüyor musunuz? Bayern Münih aslında Ivan Drago. Her şeyin en iyisi. En yüksek teknoloji ve en iyi makineler onlarda. Ve Ivan Drago gibi durdurulamazlar!” dedim.
Sonra Rocky’nin Sibirya’daki küçük ağaç evinde antrenman yaptığı sahne geldi. Çam ağaçlarını kesip karla kaplı kütükleri taşıyor ve dağın tepesine kadar koşuyor. Sonra çocuklara döndüm ve şöyle dedim: “Görüyor musunuz? Bu da biziz. Biz Rocky’iz. Daha ufağız, evet. Ama tutkumuz var! Bir şampiyonun yüreğine sahibiz. İmkansızı başarabiliriz!”
Böyle böyle devam ettim ve bir noktada çocukların nasıl tepki vereceğine baktım. Sandalyelerinin üstüne çıkmalarını, Sibirya’daki bir dağın tepesine çıkacak kıvama gelmelerini ve çılgına dönmelerini bekledim.
Ama hepsi öylece oturmuş, donuk gözlerle bana bakıyordu.
Bomboş ifadelerle. Tamamen sessizlik hakimdi.
“Bu deli ne anlatıyor?” der gibi bakıyorlardı yüzüme. Sonra durdum ve, “Rocky 4 ne zaman çıkmıştı? 1980 falan mıydı? Bu çocuklar ne zaman doğmuştu?” diye düşündüm.
En sonunda, “Bir dakika çocuklar. Rocky Balboa’nın kim olduğunu bilen elini kaldısın” dedim. Sadece iki kişi ellini kaldırdı: Sebatian Kehl ve Patrick Owomoyela. Geri kalanlar “Hayır hocam, üzgünüm” dedi.
Tüm konuşmam boşa gitmişti! Sezonun en önemli maçı buydu. Belki de bazı oyuncular için hayatlarının en büyük maçıydı. Ama hocaları karşılarına geçmiş, 10 dakikadır Sovyet teknolojisinden ve Sibirya’dan bahsedip duruyor! Hahaha, buna inanabiliyor musunuz?
Bütün konuşmama baştan başlamak zorunda kaldım
Bu yaşananların hepsi gerçek. Gerçek hayatta olup biten bu. Biz de insanız. Bazen kendimizi küçük düşürürüz. Futbol tarihinin en iyi konuşmasını yaptığımızı zannederiz ama aslında söylediklerimiz saçmalıktan ibarettir. Yine de bir sonraki sabah uyanıp hayatımıza devam ederiz.
Hikayenin en tuhaf tarafı da ne, biliyor musunuz?
Dürüst olmak gerekirse maçı kazanıp kazanmadığımızdan emin değilim. Ama 2011’de 3-1 kazandığımız maçtan önce bu konuşmayı yaptığımdan eminim ve bu kesinlikle daha iyi bir hikaye olurdu! Yine de %100 emin olamıyorum.
Sonuçları unutursunuz, hepsini birbirine karıştırırsınız. Ama o çocuklar ve hayatımın o günleri, o küçük hikayeler… Onları asla unutmayacağım. İnsanların futbolla ilgili her zaman anlayamayacağı bir şey bu.
FIFA Yılın En İyi Teknik Direktörü seçildiğim için onur duyuyorum ama elimde bir ödülle tek başıma koca bir sahnede durmaktan hoşlanmıyorum. Bu oyunda başardığım her şey, tamamen çevremdeki insanlar sayesinde mümkün oldu. Sadece oyuncularım değil; ailem, çocuklarım ve başından beri, ben çok sıradan bir insanken yanımda olan insanlar sayesinde.
20 yaşımdayken gelecekten biri gelse ve hayatımda olacakları bana söylese, açıkçası buna inanmazdım. Hatta eğer Michael J. Fox uçan kaykayıyla gelse ve olacakları bir bir anlatsa, bunun imkansız olduğunu söylerdim.
20 yaşımdayken hayatımı tamamen değiştiren bir şey tecrübe ettim. Henüz yeni baba olmuştum ama hala çocuktum aslında. Doğruya doğru, zamanlama mükemmel değildi. Amatör futbol oynuyordum ve üniversiteye gidiyordum. Okul masraflarını ödeyebilmek için sinema salonlarına film stoklayan bir depoda çalışıyordum. Gençler yanlış anlamasın, DVD’lerden bahsetmiyorum. Her şeyin makara filmler halinde olduğu 80’lerin sonundaydık. Kamyonlar sabah saat 6’da gelir ve yeni filmleri alırdı. Biz de büyük teneke kutuları yükleyip boşaltırdık. Çok ağırlardı. Ben-Hur’daki gibi 4 makaralı filmler gelmesin diye dua ederdik; aksi takdirde o gün kötü bir gün olurdu.
Her gece 5 saat uyur, sabahları depoya gider, günün geri kalanında okulda olurdum. Akşamları idmana gider, sonrasında eve gelip oğlumla vakit geçirmeye çalışırdım. Çok zor günlerdi; ama bana hayatın gerçeklerini öğretti. Genç yaşta çok ciddi bir insan haline geldim. Arkadaşlarım gece kulübüne gidelim diye arardı ve iliklerime kadar “Evet, evet, gitmek istiyorum” demek isterdim. Ama tabii ki de gidemezdim, çünkü artık sadece kendim için yaşamıyordum. Bebekler yorgun olduğunuzu ve öğlene kadar uyumak istemenizi umursamazlar.
Dünyaya getirdiğin küçük bir insanın geleceği hakkında endişelendiğinde, bu gerçek bir endişedir, gerçek bir zorluktur. Futbol sahasında olan hiçbir şey bununla kıyaslanamaz.
Bazen insanlar bana neden sürekli gülümsediğimi sorar. Kaybettiğimiz bir maçtan sonra bile gülmeye devam ederim. Çünkü oğlum dünyaya geldiğinde futbolun hayat memat meselesi olmadığını anladım. Hayat kurtarmıyoruz. Futbol, acı ve nefret saçan bir şey olmamalı. Futbol, özellikle çocuklar için bir eğlence ve ilham kaynağı olmalı.
Küçücük yuvarlak bir topun, birçok futbolcumun hayatını nasıl değiştirebileceğini gördüm. Mo Salah, Sadio Mane, Roberto Firmino ve oğlum gibi olan pek çok oyuncumun bireysel yolculukları kesinlikle inanılmaz. Onların aşmak zorunda olduğu şeylerle kıyaslandığında, genç Klopp’un Almanya'da yaşadığı sıkıntılar hiçbir şey değildi.
Öyle günler oldu ki her şeyden kolayca vazgeçebilirlerdi; ama pes etmeyi reddettiler.
Onlar Tanrı değiller. Onlar, sadece hayallerinden asla vazgeçmeyen çocuklar.
Bence futbolun %98’i, başarısızlık ile baş etmek ve ertesi gün oyundan zevk alıp hala gülümseyebilmekle ilgili.
En başından beri hatalarımdan ders alıyorum. Birincisini asla unutmayacağım. 10 yıl boyunca futbolculuğunu yaptığım Mainz'de, 2001 yılında göreve geldim. Sorun şu ki oyuncular hala arkadaşımdı. Ama bir gecede onların patronu olmuştum. Hala bana “Kloppo” diyorlardı.
İlk maçın kadrosunu duyurmam gerektiğinde, her oyuncunun yüzüne söylememin doğru olacağını düşündüm.
Ama gördüm ki bu çok kötü bir planmış; çünkü oyuncular iki kişilik odalarda kalıyordu.
Tahmin edersiniz ki bir odaya girdiğimde iki oyuncuyla birden konuşuyordum. Birine “Sen yarın ilk 11’desin” diyor; diğerine de “Ne yazık ki yarın sen ilk 11’de değilsin” diyordum. Diğer oyuncu bana “Neden” diye sorduğu zaman planımın ne kadar aptalca olduğunu anlamıştım.
Çoğu zaman bir cevabım yoktu. Tek gerçekçi cevap, “Sadece 11 oyuncuyla başlayabiliriz” oluyordu. 9 odada 18 oyuncu olduğu için maalesef aynı konuşmayı 8 kere daha yapmam gerekiyordu. Bir odada iki oyuncu: “Sen 11’desin, sen değilsin.”
Her seferinde de aynı soru: “Ama Kloppo, neden?”
Hahahah! Dayanılmazdı!
Bu, teknik direktör olarak birçok kez b.ka bastığım anların sadece birincisiydi. Ne yapabilirsiniz ki? Elinize bir peçete alır ve temizlerken bundan ders çıkarmaya çalışırsınız.
Eğer bana hala inanmıyorsanız şunu düşünün: Bir teknik direktör olarak en büyük zaferim bile bir felaketten doğdu.
Geçen sezon Şampiyonlar Ligi’nde Barcelona'ya 3-0 kaybetmek, akıllara gelecek en kötü sonuçtu. Rövanş maçı için hazırlandığımızda yaptığım takım konuşması çok basitti. Bu sefer Rocky falan yoktu. Çoğunlukla taktik konuştum. Ama aynı zamanda onlara gerçeği de söyledim: “Dünyanın en iyi 2 santrforu olmadan oynamak zorundayız. Dışardakiler bunun pek mümkün olmadığını söylüyor. Dürüst olalım, bu muhtemelen imkansız. Ama bu siz olduğunuz için mi imkansız? Hayır, esas siz olduğunuz için bir şansımız var.”
Buna gerçekten inandım. Futbolcu olarak sahip oldukları teknik yeteneklerden ötürü değildi. Bu inancım, insan olarak kim oldukları ve hayatta üstesinden geldikleri şeylerle ilgiliydi.
Ek olarak söylediğim tek şey şuydu: “Eğer başarısız olursak, o zaman en güzel şekilde başarısız olalım.”
Elbette benim için bunları söylemek çok kolay. Ben, kenar çizgiden bağıran adamım. Oyuncuların bu söylenenleri gerçekten yapabilmesi çok daha zor. Ama o çocuklar ve Anfield’daki 54 bin insan sayesinde imkansızı başardık.
Futbolla ilgili güzel olan şey, hiçbir şeyi yalnız yapamıyor olmanız. İnanın bana hiçbir şeyi.
Maalesef, Şampiyonlar Ligi tarihinin en muhteşem anını tam anlamıyla göremedim. Belki bir futbol menajerinin hayatı için güzel bir metafordur, bilmiyorum. Ama Trent Alexander-Arnold’un saf bir dehalık örneği sergilediği o anı tamamiyle kaçırdım.
Topun kornere çıktığını gördüm.
Tren’in korneri kullanmaya gittiğini, Shaqiri’nin de onu takip ettiğini gördüm.
Ama sonra kulübeye döndüm çünkü değişiklik yapacaktık. Asistanımla konuşuyordum ve…Aklıma geldikçe tüylerim diken diken oluyor… Sadece gürültüyü duydum.
Sahaya döndüm ve topun ağlarla buluştuğunu gördüm.
Kulübeye döndüm ve Ben Woodburn’e baktım. “Az önce ne oldu?!” dedi. “Hiçbir fikrim yok!” dedim.
Anfield adeta çılgına dönmüştü. Asistanımı çat pat duyabiliyordum, “Hala oyuncu değiştirecek miyiz?” diye bağırıyordu.
Hahahaha! Bu söylediğini asla unutmayacağım, hep benimle kalacak. Düşünebiliyor musunuz? 18 yılllık teknik direktör, milyonlarca kez izlenmiş bir maç… ve ben, bir futbol sahasında yaşanmış en kurnazca olayı kaçırdım. O geceden beri Divock’un golünü 500 bin kere falan izlemişimdir. Ama canlı olarak sadece topun ağlara değdiği anı görebildim.
Maç sonrası odama gittiğim zaman biradan bir yudum bile alamadım. İhtiyacım yoktu. Elimde bir bardak suyla öyle sessizce oturup gülümsedim. Kelimelere dökemeyeceğim bir duyguydu. Eve döndüğümde ailem ve arkadaşlarım büyük bir parti moduna girmişti. Ama ben duygusal olarak o kadar yorgundum ki kendimi yatakta buldum. Vücudum ve beynim tamamen boşalmıştı.
Hayatımın en iyi uykusunu uyudum.
Bir sonraki sabah uyanıp yaşananların gerçek olduğunu fark etmek muhteşem bir histi.
Benim için sinemadan daha ilham verici olan tek şey futbol. Sabah uyanıyorsunuz ve sihrin gerçek olduğunu görüyorsunuz. Drago’yu gerçekten alt etmişsiniz. Bu gerçekten yaşanmış.
Haziran ayında aldığımız kupayla Liverpool sokaklarında gezdiğimizden beri bunu düşünüyorum. O gün hissettiklerimi tarif edecek tek bir sözüm yok. Liverpool şehrinde daha fazla insan olamazdı herhalde. Otobüsteydik ve ne zaman törenin biteceğini zannetsek sokağı döndüğümüzde yanıldığımızı anlardık, tören devam ediyordu. Kelimenin tam anlamıyla olağanüstüydü. Tüm o duyguları, heyecanı, havadaki o sevgiyi bir şişeye koyabilseniz dünya daha güzel bir yer olurdu.
O duyguları aklımdan bir türlü çıkaramadım. Hayatımdaki her şeyi bana futbol verdi. Ben de bunları dünyaya geri vermek için elimden gelenin fazlasını yapmak istiyorum. Benim için söylemesi kolay elbette.
Peki, gerçekten nasıl bir fark yaratabilirsiniz?
Geçtiğimiz yıl, Juan Mata, Mats Hummels, Megan Rapinoe ve diğer birçok futbolcunun Common Goal (Ortak Hedef) hareketine katıldığını görmek beni çok etkiledi. Yaptıkları işi bir görseniz, sahiden inanılmaz. 120'den fazla oyuncu, dünya çapındaki futbol sivil toplum kuruluşlarını güçlendirmek için kazançlarının % 1'ini bağışladı. Güney Afrika, Zimbabve, Kamboçya, Hindistan, Kolombiya İngiltere, Almanya ve diğer birçok ülkedeki gençlik futbol programlarını desteklemeye yardımcı oldular.
Bu, sadece dünyanın en zengin futbolcularına özel bir şey değil. Kanada Kadın Milli Takımı’nın ilk 11’inin tamamı bu harekete katıldı. Japonya, Avustralya, İskoçya, Kenya, Portekiz, İngiltere ve Gana'dan futbolcular da katıldı. Bundan nasıl etkilenmezsiniz? Futbolun olayı bu işte.
Ben de bunun bir parçası olmak istiyorum. Bu yüzden yıllık gelirimin %1’ini Common Goal’e bağışlıyorum ve umarım futbol dünyasındaki diğer birçok insan da bana katılır.
Dürüst olalım arkadaşlar. Biz son derece şanslıyız. Hayatlarında bir umut ışığına ihtiyaç duyan tüm dünyadaki çocuklara bir şeyleri geri verebilmek, ayrıcalıklı insanlar olarak bizim sorumlululuğumuz.
Gerçek problemlerimiz olduğu günleri unutmamamız gerek. İçinde yaşadığımız bu balon, gerçek bir dünya değil. Üzgünüm ama futbol sahasında olan hiçbir şey gerçek bir problem değil. Bu oyunun para ve kupalardan daha büyük bir amacı olmalı, haksız mıyım?
Hepimiz bir araya gelsek ve dünyada pozitif bir fark yaratabilmek için kazandıklarımızın %1’ini bağışlasak, neler yapabileceğimizi bir düşünün.
Belki ben yaşlı, çılgın bir hayalperestim.
Ama bu oyun kimin için var?
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki bu oyun, hayalperestler için var."